Nazif Beyin Yakını Varmı?


Nazif Cebeci ve Mehmet Baydemir’in Hikâyesi: Bir Emanet, Bir Borç ve Zeytinle Sınanan Sabır

Bir zamanlar, içi zarif bir şekilde döşenmiş, geniş bir salonun kapısından geçerek büyük bir odanın önüne gelen Prof. Dr. Mehmet Baydemir, sekreterin kapıyı açıp kendisini içeri davet etmesiyle salonun sahibi genç işadamı Selim Cebeci ile karşılaştı. Bu buluşma, sıradan bir iş görüşmesinden çok daha derin bir anlam taşıyordu. Mehmet Bey, Selim Bey’e elini uzatarak kendini tanıttı: “Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir.” Selim Bey ise ona dostça yaklaşarak, “Bendeniz de Selim Cebeci… Lütfen buyurun, oturun.” diyerek onu nazikçe içeri davet etti.

Mehmet Bey oturur oturmaz içinden gelen duyguları dile getirdi. “Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl… Bugün bana burs verip, eğitimime katkı sağlayan büyük insanın elini öpebilmek için bu anı bekledim,” dedi. Gözleri dolmuş, dudakları titriyordu. “Ama o büyük insanın elini öpmek nasip olmamış. Bunun için ne kadar üzgün olduğumu anlatamam.” Bir süre sonra gözyaşlarını silerken, “Fakat en azından o büyük insanın oğlunun elini sıkmak, bana büyük bir mutluluk veriyor,” dedi ve Selim Bey’e doğru gülümsedi.

Selim Bey bu sözlere şaşkınlıkla karşılık verdi. “Mehmet Baydemir mi dediniz? Tosyalı Mehmet Baydemir mi?” diye sordu. Prof. Dr. Mehmet Baydemir, gencin heyecanını fark ederek başıyla onayladı. Bunun üzerine Selim Bey’in gözleri sevinçle parladı. “Babamla sizi yıllarca aradık ama bir türlü bulamadık,” dedi ve Mehmet Bey’e doğru yaklaşarak ellerini sıktı, “Sizi karşıma Allah çıkardı.” Bu sözler, profesörü daha da şaşırttı.

“Neden yıllarca beni aradınız?” diye sordu. Selim Bey gülümseyerek, “Bizdeki emanetinizi size teslim etmek için,” dedi. Bu yanıt, Mehmet Bey’in merakını daha da artırdı. “Emanet mi?” diye tekrar sordu, ama Selim Bey cevap vermedi. Bunun yerine telefonu çevirip birisini aradı. “Gelebilir misiniz?” diyerek telefonu kapattı ve kapı çaldı. Odaya, düzgün giyimli bir adam girdi. Selim Bey ona yaklaşıp bir şeyler fısıldadı, adam hiç sesini çıkarmadan geri dönüp çıktı.
Görüşme sırasında, konuşmaları derinleşirken, her iki adam da geçmişten ve kaybettikleri zamanlardan bahsetti. Mehmet Bey, yurt dışındaki eğitiminden, oradaki zorluklardan ve yıllarca süren memleket hasretinden söz etti. Nazif Bey’in duvardaki portresine bakarak, “Bu günlerimi ona borçluyum,” dedi. “Sadece maddi değil, manevi anlamda da bana her zaman destek oldu. Yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda olur, bana yol gösterirdi. Ona her namazımda dua ederim,” dedi ve gözleri duvardaki portreye kilitlendi. Ancak, aynı duvarda başka bir tablo dikkatini çekti: Şık bir çerçevede, oldukça eski bir çift çorap vardı. Çorapların üzerindeki yazıları dikkatle incelediğinde, ilk cümle şu şekilde yazıyordu: “Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…” Bu cümle, Prof. Baydemir’in aklını karıştırmıştı. Tablodaki diğer cümleler de benzer şekilde yarım kalmıştı: “Bir müddet sabredeceğiz, sonra…” ve “Bir müddet yürüyeceğiz, sonra…”

Gözleri tabloya kilitlenmişti. Ne anlama geldiğini çözmek istiyordu ama kendisini buna müdahale etmekten alıkoydu. Sonunda Selim Bey’e döndü ve “Bu tabloyu tam olarak anlayamadım, merakımı mazur görün,” dedi. Selim Bey derin bir nefes alarak, “Malumunuz, babam bir zamanlar çok varlıklıydı. Ancak sonra her şey değişti. O eski zenginlik kayboldu ve evimizde yalnızca zeytin vardı. Annem bir sabah kahvaltıya sadece zeytin koymuştu. Şaşkınlıkla ‘Başka bir şey yok mu?’ diye sordum. O an annem ağlamaya başladı. Babam ise sadece ‘Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra…’ dedi ve bir zeytin aldı, ağzına attı. Sonrasında haciz memurları gelip köşkümüzü aldılar. Bize küçük bir ev kaldı, ama biz buna alıştık. Babam her zaman ‘Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.’ derdi. O zamanlar sabırla ve metinle geçirdik günleri.” Selim Bey, yaşadığı bu acı günleri anlattıktan sonra devam etti: “Baba, bir sabah eve yeni bir çorap alarak döndü. Çorabı burnuna götürüp kokladı. O çorabın, borcunu ödeme arzusuyla ne kadar büyük bir anlam taşıdığını gösteriyordu. Babam, ‘Artık borçlarım yok, sadece Allah’a şükürler olsun,’ dedi.”

Mehmet Bey derin bir iç çekti, Selim Bey’in babasının azmi ve fedakarlığı karşısında hayran kaldı. “Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey,” dedi. “Ben olsam, böyle bir hayatı geride bırakmak beni fazlasıyla yıpratırdı. Ama babanız, zeytinle yetinip, sabırla her şeyin üstesinden gelmiş.” Selim Bey, hafifçe gülümseyerek, “Bir müddet zeytin yerdim, sonra…” dedi ve tekrar gülümsedi.
O sırada kapı çaldı ve daha önce gelen beyefendi elinde bir kutuyla içeri girdi. Kutuyu masaya bıraktıktan sonra çıktı. Selim Bey, kutuyu alarak Mehmet Bey’e uzattı. “Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz,” dedi. Mehmet Bey, kutuyu alırken duygusal bir an yaşadı. Kutunun içinden bir kadife kese çıktı. Kese açıldığında, içinden birkaç cumhuriyet altını ve bir not çıktı. Mehmet Bey, notu dikkatle açıp okumaya başladı:

“Sevgili Mehmet Bey, tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitim hayatınızın son altı ayında burs veremedim. Zamanla imkanlarım düzelince size ulaşamadım. Ancak borcumu bu şekilde ödemek istiyorum. Bursunuzun altına çevrilmiş halini size sunuyorum. Bu altınlar sizindir. Bu şekilde, borcumu tamamlamış olacağım. Saygılarımla, Nazif Cebeci.”

Mehmet Bey gözyaşlarına boğuldu, bu büyük insanın yüceliği karşısında kendisini çaresiz hissetti. Selim Bey de duygulandı ve gözleri yaşla doldu. Bir süre sonra, yıllardır bakıp özlemle hatırladığı babasının portresine baktı. Gözlerinde sevinç vardı. O an, belki de hayatının en anlamlı anını yaşıyordu.

Peki ya siz olsanız ne yapardınız? Zeytinle geçinmeye, sabretmeye, zamanla her şeye alışmaya gücünüz yeter miydi? Ya da hayatın getirdiği tüm zorlukları, sabırla ve inançla aşabilir miydiniz? Üst3ki R3simd3n D1ğ3r S4yfay4 G3çiş Y4par4k Hb4er1n D3vamın1 0kuy4bil1rsin1z.





Yorumlar kapalı, ancak trackbacks Ve pingback'ler açık.